Satisfaction
Aileden
Diablo 1 İnceleme
Seneler önce dünyayı ayağa kaldıran Diablo’yu tanıtacağım size. Blizzard, o zamana göre muhteşem grafikler, muhteşem bir konu ve muhteşem bir oynanabilirliğe sahip tapılası bir oyun yarattı. Oyun iki seneden sonra yavaş yavaş unutulmaya başlandı. Yeni teknoloji oyunlar Diablo’yu geride bırakıyor gibiydi. Sonra Diablo 2'nin çıkacağı haberi geldi. Bunun üzerine oyuncular Diablo 2'yi beklemeye başladı. Bu arada gaz olan Diablo severler, "İkincisi çıkana kadar ilkinde alıştırma yapayım" mantığını güdümeye başladı ve Diablo tekrar hayata döndü. Arkadaşlarımın o gazla Diablo oynadığını görmek, beni Diablo yazmaya teşvik etti. Ve işte şimdi buradayım, muhteşem bir klasik tanıtımı ile...
İşe oyunun konusundan başlayalım:
Oyun Tristam kasabasında başlıyor. Bütün halk bir şeyden korkmuş gibi. Hepsi ürkek, hepsi dehşet içinde. Olanları sorduğunuzda size bir bir anlatmaya başlıyorlar. Öğreniyorsunuz ki kötülüklerin efendisi DIABLO, geri döndü. Bir paniktir gidiyor ortalıkta. Söylentilerde sözü geçen kiliseye gidiyorsunuz. Kapıda sizi can çekişen bir köylü karşılıyor. Hemen yanına gidiyorsunuz. Son nefesinde de Diablo’nun güçlü hizmetkarı The Butcher’ı ve onun karısına ve çocuklarına yaptıklarını anlatıyor. Ve orada The Butcher’ı öldüreceğinize söz veriyorsunuz. Butcher’ı öldürüyorsunuz, ve ölü kral King Leoric’le karşılaşıyorsunuz. Gariplikler ardı ardına geliyor. Ve Kral Leoric'in ölümünden sonra oğlunun, bir tek oğlunun kaldığını ve onun da Diablo'nun hizmetkarları tarafından kaçırıldığını öğreniyorsunuz. Bir şeyler yapmak zorundasınız. Khandaras krallığı çökmek üzere.
Hemen harekete geçiyorsunuz. Bütün zorlukları aşarak cehennemin en korkutucu katlarına iniyorsunuz. Ve orada hiç beklemediğiniz birşey görüyorsunuz. Diablo’nun sağ kolu başpiskopos Lazarus ve kurban edilmiş bir çocuk cesedi. İçinizi bir hırs bürüyor. Ve o kızgınlıkla Lazarus'un canını alıyorsunuz. Çocuk cesedine bakıyorsunuz, ama o kralın çocuğu değil. Hemen Diablo’nun katına iniyorsunuz büyük bir sinirle. Fakat bol labirentli ve bilmeceli bir harita çıkıyor karşınıza. Dolana dolana Diablo’yu ve hizmetkarlarını buluyorsunuz bir odada. İçinizdeki hırs ve zekanız sizi onlardan üstün kılıyor ve Diablo’nun canına okuyorsunuz. Fakat Diablo ölmez. Bunu biliyorsunuz. Diablo’nun cansız bedeninden kristali söküp çıkarıyorsunuz. Diablo’nun ruhu. O varoldukça dünya kötülükten arınmayacak diye düşünüyorsunuz. Çaresizlik bütün zindanı kaplamış durumda. O anda aklınıza parlak bir fikir geliyor. İçinizdeki iyiliğin Diablo’nun ruhundaki kötülüğü zaptedeceğine inanıyorsunuz. Ve Diablo’nun ruhunun içinde olduğu kristali kendi kafanıza takıyorsunuz... Büyük hata!
Oyunun konusu kısaca böyle. Şimdi size karakterleri tanıtayım kısaca. Seçilebilir üç adet karakter var oyunda. Bunlar:
Rogue: Kadın okçu. Çevikliği en fazla düzeyde olan karakter olmanın yanı sıra, bütün özelliklerin de averajda olduğu bir karakter. Çok yüksek güç isteyen silahları kullanamamakla birlikte çok fazla büyü gücü isteyen büyüleri de yapamıyor. Fakat ok kullanmada üstüne yok.
Warrior: Savaşçı. Bu karakterin cinsiyeti erkek. Strength özelliği maksimum düzeyde olan bu karakterin en zayıf tarafı büyüler. Büyü gücü açısından minimum noktalarda dolaşan warrior, çeviklik ve dayanıklılık özelliklerinde de üstün performans gösteriyor.
Sorcerer: Büyücü. Bu karakterin cinsiyeti de erkek. Fakat fiziksel olarak yetersiz bir karakter. Ondaki büyü gücü de bu eksikleri kapatıyor. Büyü gücü maksimum düzeyde olduğu bu karakterin en zayıf olduğu yerleri ise dayanıklılık ve fiziksel güç. Ama ulaşabildiği büyü gücünü ele aldığımızda çok da küçümsenmeyecek bir karakter olduğunu anlıyoruz.
Karakterler de böyle. Seçenekler biraz az. Biraz tabiri yanlış olur, bayağı az. Bu da oyunun eksilerinden biri. Ama hoş görmek lazım, ne de olsa eski oyun. Neyse grafiklere gelelim. Ben şahsen hala Diablo’nun grafiklerine tapıyorum. Bunun yüzündendir ki Diablo 2’de de aynı motor kullanılıyor. Tabii ki daha geliştirilmişi. Oyunun geçtiği gotik hava oyuna başka bir de zevk katıyor. O karanlık diyarlar, ürkütücü çam yarması yaratıklar, mistik görevler, hepsi birbirinden güzel tasvir edilmiş grafiklerle. İnsana iyi bir duygu veriyor. Burada da Resident Evil’da benimsediğim fikri benimsiyorum, o da oyunun oynandığı ortam. Ortam ne kadar elverişli olursa, oyun o kadar zevkli olur. Diablo için karanlık bir ortamda kırmızı loş ışık, hafif rutubetli bir hava ve odayı kaplayan hafif bir tütsü kokusu yeterli olacaktır...
Sıra geldi oyunun multiplayer seçeneğine. Herhangi bir multiplayer oyunu açtığınızda üç farklı zorluk derecesi çıkıyor önünüze. Bir nevi Easy, Medium, Hard. En son oynadığımda, uzun zaman önceydi o yüzden diğer isimlerini unuttum. O yüzden Easy, Medium ve Hard olarak açıklayacağım size.
Easy: Yaratık oranı diğer iki seçeneğe göre daha az. Düşük seviye oyuncular için birebir ama yüksek seviyeli oyuncular için çocuk oyuncağından başka birşey değil.
Medium: Orta seviye oyuncular için çok kullanışlı bir seçim. Düşük seviye oyuncular için biraz fazla zor. Yüksek seviye oyuncuları için yine çocuk oyuncağından başka birşey değil.
Hard: En yüksek seviyedeki oyuncuları bile zorlayabilecek bir düzey. Düşük seviyeliler hiç birşey yapamıyor. Orta seviyeliler de biraz dayansa bile bir süre sonra ölüyorlar. Acayip zor birşey.
Blizzard’ın meşhur Battle.net’inin ilk çıktığı oyun olarak bilinir Diablo. O zamanlar dört kişi girebiliyordu bir oyuna, fakat şimdi Internet’ten yükleyeceğiniz patchler ile oyuncu sayısı sekiz kişiye kadar yükselebiliyor. CD-KEY olayı yok. Çünkü Diablo eski bir oyun. O zamanlarda da CD-KEY olayı daha yoktu. O yüzden oyuncuların hepsi rahattı. Battle.net de bu yüzden bu kadar tutmuştu. Günümüzde hala birçok Diablo oyuncusu Battle.net aracılığı ile birbirleri ile buluşmakta.
Şimdi de oyunun kritiklerine gelelim. Oyunda dengesizlik var. Bir Warrior yüksek seviyelerde bir Sorcerer gibi büyü yapabiliyor. Ya da bir Rogue da yüksek seviyede bir Sorcerer gibi olabiliyor. Karakterler arası eşitsizlik var. Bir de tüm Diabloseverleri ister istemez güldüren bir olay daha var, o da Diablo’nun Fireball büyüsü ile ölebilmesi. Düşünsenize, şeytanı ateşle öldürüyorsunuz. Neden? Çünkü ateş can yakar! Pah!