IMLEGEND
Aileden
YABANDOMUZU MIZRAĞI
I. Kısım: İkinci şansın muhakemesi yapılmaz...
Goblin daha duasını bitiremeden benim kara okum tapınaklarından içeri girdi ve kafasından ağaca mıhladı. Minicik kafatası bedeninden elma gibi ayrıldı. Diğerleri kasabalılara saldırmayı durdurup dönüp aval aval baktılar. Eyvah diyesim geldi ama var ya, atışımı çok takdir ettim ïŠ
Goblinlerin dikkatlerini kurbanlarından, Gloamwood Pine’lı kızıl kahve saçlı kız ve yaşlı büyükbabasından, kendime çekmek için yüksek ve tiz bir çığlık attım. Üç goblin tuzağı yediler, çalıları kopara kopara bu cüretkâr okçuyu aramaya koyuldular. Ben devrilmiş ağacın kovuğundan çıktım ve her birinin yeşil ensesine bir ok koydum.
Duyarlı bir goblinin korku içinde kaçması gerekirdi, ama sonradan, duyarlı goblinin her yerde ilk goblin olması gerekirdi. Kalan üç goblin ailenin canını acıtıp çağlık attırarak ağlattılar. Okum kızın kafasını bir inç sıyırarak liderlerinin gözüne saplandı, ama diğer iki atışım o kadar temiz değildi.
Ağzımdan uzun bir “Moe!” diye ses çıktı. Yayımdan patlarcasına fırlayan ok, bir atın yarı boyutlarındaki yabandomuzumun içinde olduğu çalılığı sallayıp hayvanı çılgına çevirdi. Hiç yavaşlamadan ilk goblini ezip geçti, ikincisini ise boynuzumsu dişlerinden birini suratına geçirerek meşe ağacına sapladı. “Aferin kızıma.”
Yayımı omzuma asıp aileye doğru yürüdüm, fakat yaşlı adam kızla arama girerek tüfeğini bana doğrulttu. “U-uzak dur!”
Kız, “Sorun nedir, büyükbaba?” dedi.
“Çatlak yaratığı! Kâfir!” diye bağırdı bana büyükbabası, “Ölüp dirilen Yabandomuzu Mızrağı bu!”
Şey, aslında son kısım doğru. Yabandomuzu Mızrağı. Aslında Hugo Waldemar. Neredeyse bir yüzyıl sonra ölümün sinir bozucu temasından ayrılıp dirildim ve geri döndüm.
Geçen bunca yılların öncesinde, bazı inatçı oduncular lanet ormana giriş ücretlerini ödemiyorlardı. O zaman bir ara bir tanesine, eğer Moe’nin parmakları kırılırsa bir daha hiç para kazanamayacağını izah ediyordum, ta ki karısı, herkesin karısı, uzatmayayım kısaca kasabanın ******si, tahta kulübelerinin duvardan baltayı indirene kadar.
Ciğerlerimden tekrar nefes çıkmadan hemen önce “O da iyimiş ya...” dediğimi hatırlıyorum.
Yıllar, hatta onlarca yıl geçti ama ben başkalarının gözünde hala ölüydüm. Hatırladığım ikinci şey millerce uzunlukta esnek ve gergin, muntazam bir mermer yolda öylece durduğum. Yol boyunca heykeller diziliydi, tanrıların cisimleri içindeki halleri. Hayatımda ibadet etmek için yeterli zamanı hiç ayırmamıştım, dolayısıyla heykellere hayran hayran bakmaktan kendimi alıkoyamadım.
Yol ve heykeller sonsuza doğru gidiyorlardı, boş bir boşluk havasında. Kerestecinin karısının aklına o “parlak fikir” gelmeden önce yaptığım iştah kaçıran tarzdaki olayların görüntüleri siyah üzerinde mor gibi girdaba girdiler. Bunların yapılmasıyla uzun mu uzun bir zamana sahip olmuştum. İzlemesi beni, sanki sırtımdaki çukurda kaya yuvarlanıyormuş gibi rahatsız etmişti.
Sonra kafamın içinde, milyonlarca dev yılan ufak bir kaya parçasına sürünüyormuş gibi yankılanan bir ses Katıl bana dedi, katıl ve dünyayı ilk haline getir.
Sese cevap olarak Ama ben dünyayı severim dedim. Daha da zorlarsan kanatırsın. Sonuçta bu hayat sırtıma geçmiş bir balta yüzünden sona derdi, yani sağ ol ama almayayım. Akıl büken bir çığlıkla, boş boşluk bana ulaşmış gibiydi.
Yolun bitiminden kristal bir kapı yükseldi ve ardına kadar açıldı. Altın bir ışık neredeyse her şeyi yıkadı, sıcak ve bal kadar tatlıydı. Hayattayken yaptıklarımı; çaldığım her peniyi, kırdığım her kemiği, sadakta kalan her oku, birer birer içine çekti.
En sonunda bembeyaz bir yolda duruyordum, etrafımda güneş ışığı vardı, tanrıların heykelleri bana tebessüm ettiler, kafalarını kapıya doğru eğdiler. İkinci bir şansa. Tüm günahlarım şıp diye affedilmişlerdi.
Kristal kavise doğru bir adım attım. Sonuçta ikinci şans verildiğinde muhakemesini yapmazsınız değil mi?
“Ben küçük bir çocukken Gloamwood’un belalısıydı,” dedi garip konuşan adam. “Nöbetçiler Yabandomuzu Mızrağı’nın mezarından dirilmesine karşı hepimizi korur!”
Torunu sırf kusursuz gözüksün ve oh olsun diye ezilmiş goblinin bağırsaklarını sökerken Moe’nin omzunu sıvazlayıp, “Aslında dirilmekten öte, kristal kapıyı adım atıp geçtim,” dedim. “Nöbetçiler beni gönderdiler.”
“Yükselen mi yani?” dedi yaşlı moruk, “Sen? Olamaz!”
“Pekala olabilir, oldu da, yaşlı baba. Oklarımı hemen topluyorum, sen de bu arada Gloamwood Pines’taki şanlı kahramanlarını takip edebilirsin. Ya da burada kalabilirsin. Ormanda bunlardan başka goblin olmadığına eminim, yani burada güvendesin.” Oklarımın biri hariç hepsini topladım.
Rahip goblin tatlı meltemle ağaçta sallanırken, kara tüylü ok gıcırdıyordu.
2. Kısım: Askıya alınmış tutku...
Saatler süren gece yolculukları sonucunda Gloamwood Pines’a vardık. Burası ben ölmeden önceki aktif, çalışan kasaba olamazdı. Ben burada küçük tombul tahta kulübe evler var diye bilirdim, sıska ve uzun bıçak gibi keskin dövülmüş bulutlu göğe dönük çatılı evler değil. Evler küme haline yığılmışlardı, kum tepenin ardında saklanmış, gıcırdayan ve çatırdayan panjurlar rüzgârla birlikte şarkı söylüyorlardı.
Kız ve yaşlı adam kasabanın havuzunun önünde vedalaştılar. Aslında kız yaşlı adam gitmeye başlarken beceriksiz bir reverans yaptı. Moe kafasını çevirip kereste ormanına hayretle bakakaldı, ben bu sırada otelden bir oda kiraladım.
Hasır bir minder üzerine uzanıp, hangi neşesi yerinde tanrılar bana ikinci bir şans verdiler acaba, diye düşünüp durdum. Ölmek bir yana hayattayken pek de tasvip edilen şeyler yapmamıştım (zarar-ziyan, hırsızlık, gasp, zorbalık).
Bunun için birisini kendimden daha kötü bir biçimde öldürmem gerekse bile...
Eski kalenin soyu bozuk yetkililerinin daha önce hiç kullanmadığı bir ismi vardı. Gloamwood’da kızı ya da oğlu kaybolduğu için gözyaşlarına boğulanlar, ilik kurutan vergiler verenler varken hiç kimse üstüne bir de bölge kontları, yani yetkilileriyle yüz göz olmak istemezlerdi. Benim için sorun değil; benim hiç çocuğum olmadı ve kendi ödeneklerimi topluyordum, yani benim bu işlerle hiç alakam olmadı, bürokrasiden hep yırttım.
Bir ya da iki koruma öldürdükten sonra, duvarın bahçeye bakan tarafına sürüklemiştim. Şairlerin güzel diye tabir edebileceği uzun ve sıska bir adam güllere doğru yürümüştü. Fildişi renginde teni, omuzlarına dökülen sarı saçları ve camı kesebilecek kadar sivri elmacık kemiklerine sahip. Ya da boğazını.
“Ah, buranın eski yankesicilerinden,” dedi adam damdan düşer gibi konuyu çakarak. “Domuz Şişi miydi neydi?”
“Yabandomuzu Mızrağı,” dedim yüksek olan siperin tepesinden. Üstümdeki elbisenin çıkardığı sesi duyabilme ihtimalinden etkilendiğimi göstermemeye çalıştım.
“Kusura bakma, aranan suçluların yetkililerle resmi irtibata geçmesi pek sık rastlanan bir durum değil de. Ben VI. Ulfrid, ve senin bu meslek tutkunun benimkiyle örtüşmesinden müteşekkirim.”
Yere iki mazgalın arasına bir örtü atıp okumu üstüne koydum. “Tutkuyu başka bir güne bırakacak kadar zamanımız var. Şimdi seninle bir el arabası hakkında konuşmak için buradayım.”
“El arabası mı?” dedi Ulfrid.
“Kral Aedraxis’in Stonefield’daki kampına gönderdiğin el arabası. Onu soyan arkadaşların ikisi de şimdi ölü gibi görünüp öyle davranıyorlar, ancak arabayı ve içindekileri güvenli bir yere sakladım.” Elimde mührü olan bir parşömen tutuyordum. “Kral’a yazdığın bu parşömen de güvende. ‘Lord Regulos’ la ilgili olan. Bir bakirenin kanını ölüyü diriltmek için mi bu kâseye dökersin, yoksa dini müzik eşliğinde susadığında mı?”
“Mührü kırmışsın. Benim ve Majesteleri ile ilgili hiçbir şey kanıtlayamazs...” alayla karışık bağırdı, sesi yastığa suratını gömmüş gibi boğuktu.
Mührünü bıçağımla kırdığım parşömeni açtım. “Benim için tahtta Aledraxis mi oturmuş, kardeşi mi oturmuş, çiftçiye kral elbisesi giydirip onu mu oturtmuşsunuz hiç fark etmez. Adamlarınız ormanıma girdiler ama yol parasını ödemediler, bu yüzden de öldüler. Şimdi ya parayı ödersin, sorun çıkmaz, ya da bu parşömenin çok değerli Prens Zareph’e ulaşmasını sağlarım. Ha bir de ölürsün.”
Alayla gülen o yüz çirkin bir şekilde yerini burulmaya bıraktı. “Seni pis orman sıçanı! Sen kim oluyorsun da beni tehdit ediyorsun? Gloamwood’un sahibiyim ben! Üzerinde yaşayan ve altında yatan herkes benim emrimde! Seni mihraba bağlatıp haftalarca, hatta yıllarca kanını akıttıracağım! Aileni de bulup bu acıyı gözlerine çektireceğim, dilleri yarılana kadar çığlık atacaklar! Seni...” Ne kadar komik değil mi, bir dakika önce Ulfrid konuşuyordu, bir dakika sonra kara tüylü bir ok menekşe gözlerinin birinden girip kafatasını delerek arkasından çıkıyor.
Ulfrid yere kapaklanırken okumun boğumunun çıkardığı ses kolluğumda vızıldadı, ağzı karaya vurmuş balık gibi açılıp kapanıyordu. “Medenî olamıyorsan ortak tutkularımızı askıya alabiliriz.”
İçime gelen titremeyi zapt edip tepeden aşağı atladım. Yumuşak bir şekilde hendeğin içine inip Moe’nin beklediği yere kadar yüzdüm. Dönüş zamanlamam mükemmeldi, hemen peşimden alarmlar ötmeye başladı. Ne beni, ne de kâseyi asla bulamadılar. Üzerinde Aledraxis’in pençe izleri varsa, ne çeşit bir darpla zarar gördüklerini kim bilebilir?
Eh, sonuçta bu dünyayı kurtaracak kadar saygınlığı biriktirebildikten ta haftalar sonra sırtımda bir baltayla ölmüştüm.
Bir ara takırdayan kemik ve çığlık sesiyle uyandım. Panjurun ucundan baktığımda, bir grup cesedin bir eve dadandığını gördüm, evin içinden yürek yakan feryatlar geliyordu. Arkalarında yol boyunca daha fazla, hatta düzinelerce ceset ve iskelet sıralı bir şekilde geliyorlardı.
Hemen okumla sadağımı alıp, merdivenlerden aşağı, meyhaneciyi sıkıştıran ikiliyi görmek için indim. Suratsız olanı tırnaklarıyla yanağından bir parça et koparınca, otelci feryat figan çığlık attı. İlk okum otelcinin boğazını öyle bir delip geçti ki galiba hala nefes aldığını sanıyordu. İkinci okum, geniş uçlu olan, barmeni bileğinden tutmuş olan iskeletin omurgasını ikiye ayırdı. Üçüncüsü zombinin kulağına, sonra da devam edip bir de pencereye ıslık gibi saplandı.
Gidip okumu alırken otelcinin gözlerini kapadım. Pencerenin camına yan yan baktığımda üzerinde güzel bir elbise olan bir iskelet gördüm. Düz sarı saçları ve elbisesiyle, kafatasının alın kısmı ve elmacık kemiği ağaçta asılıyken ay ışığında parıldıyordu. Okumun kuzgun tüyü, Ulfred’in kafatasının sol göz deliğinde geziniyordu.
Kısım 3: Ellisinden sonra yoldan çıkmış gibisin...
Ulfrid. Kafası pencerede de sallansa, onu hemen tanıdım. Göz boşluğundaki okum bir işaretti aslında. Yere çöküp bu lanetli cesetlerin yaşadıkları kâbusların affedilmesi için yalvarabilirdim. Direk kaçabilirdim de. Bununla birlikte, sadağımdan tıkırdatarak bir ok alıp yayıma yerleştirdim. “Kapışmak isteyen, ha?”
Sonra Ulfred’in saçlarından kalan bir tutam göz deliğinden çıkan morumsu ateşin ardından hareketlendi. Okum da alevin içinde kaldı ama yanmadı. Ulfrid pencereye dokundu ve pencere parçalandı. İkinci icraatı bana ağır hareketlerle mor renkli bir ışık küresi atmak oldu. Hemen üst kata fırladım, büyü toplu biraz önce olduğum yerde tahta duvara çarpıp dağıldı, tahta duvar yaşlı kadın teni gibi büzüldü.
Odama kaçıp balkona çıktım. Cesetler ve iskeletler pis kokulu nehirler gibi sokaklardan akıyorlardı resmen. Zıplayarak en yakınımdaki bina çatısının ucuna tutunup sallanmaya başladım. Öyle ki, zombiler zıplayabilseydi beni yakalayıp çekebilirlerdi.
Hemen kendimi çekerek çatının üstüne çıktım, üstüne bastığım dik çıkıntılar geriye doğru kayıyorlardı. İlginçtir, ben kaçarken kasabadan hiç çığlık duymadım.
Birdenbire Ulfrid önümdeki çatıyla arama zıpladı. Tüm kemikleri rahatsız rahatsız tıkırdıyordu.
“Domuz şişi,” deyiverdi ölü Ulfrid. Sesi dişlerin bilenmesi gibi iç gıcıklayıcıydı.
“Hiç yabancı gelmiyorsun. Seni daha önce öldürmüş olabilir miyim acaba? Ellisinden sonra yolunu kaybetmiş gibisin.”
Dişleri takırdadı, ya sevinçtendir ya açlıktan. “Beni bilirsin, eşkıya seni. Kalemde beni tehdit ettiğinde verdiğim sözü hatırlıyor musun?”
Çatısında durduğum evin etrafını kalabalık bir ordu sarmıştı artık. Attığım çığlığın içine fark edilmez bir ıslık sakladım. “Büyük ihtimalle sağlam bir yumruk akabinde de bir çığlık vardı işin içinde galiba.”
Kemikten ellerini havaya kaldırdı, mor ışıklı kurukafa motifi belirdi yine ellerinin arasında. “O halde hafızanı biraz tazel...”
Hâlbuki bir büyücü iskeletin bile bir ok yağmuruna karşı bir çözüm yolunun olduğunu sanırdım. Aslında attığım okların hepsi ıska geçti, çektim bıraktım çektim bıraktım. Bütün oklar kaburga kemiklerinin aralarından gitti, konsantrasyonu bozuldu ve büyüsü bozuldu.
Elin içi boş sadağıma giderken Ulfrid bir büyü daha yapmaya başlamıştı. Tam bu sırada gizlediğim ıslığın karşılığı geldi. Aşağıdaki iskelet bedenlerin sola doğru düz bir patika üzerinde kırıla kırıla döküldüğünü duydum, akabinde de zombilerin üzerinde atlama sesi. Moe iskeletlere bodoslama girerken kendime geldim. Her bir darbesi kemikleri ve cesetlerin etlerini darmadağın ediyordu.
Ulfrid bu büyüsünü de durdurdu. Üstünde durduğum çatının arkdmda kalan köşesi dağılıp dökülmüştü, ama ben iki bina arasına çöktüm. “Kaç bakalım, anca küçük hırsızlar gibi kaç sen. Ama köpeklerim seni bulacak, öldüğün zaman dilinde solucanlar gezinecek!”
Tavsiyesine uydum ve Moe’nin peşini kasabanın dışına kadar takip ettim. Hala daha bir çığlık duymamıştım diyecektim ki, kasabanın içinden söz konusu köpeğin uluması geldi. Ulfrid’in gevrek ve gıcırtılı kahkahaları kesilene kadar adımlarımı iki katına çıkarıp hızlandım. Sonra Moe’nin yaralarını kontrol etmek için durdum.
Bir iskelet el Moe’nin dişlerinden birine takılmıştı, sırtındaki çıkıntıda da bir bıçak vardı, ikisini de çıkarıp attım. Başka birkaç tane daha kesiği ve sıyrığı vardı, gözleri de barmeninkiler gibi yukarı dönmüştü.
“Güzel. İyi iş çıkardın seni gibi kendini beğenmiş jambon bacaklı,” dedim, o da kendini yere bırakırken çantamı açıp yaralarına çabucak ilk yardımda bulundum. Ona sadece iskeletler temas ettiği için içim rahattı. Merhemlerin her türlü yarayı iyileştirir ama zombinin verdiği zarara karşı etkisizdir, ayrıca Moe’nin kokusu da onlar için baştan çıkarıcıdır eminim.
Yaraları iyileşirken Moe ayağa kalktı ve beni takip etmeye başladı. Şimdi parlamaya başlayan ayın altında geride bıraktığım Ulfrid ile ilgili düşünmem gerekenler vardı.
Yaklaşık çeyrek ton ağırlığında bir şey bizi ormana kadar takip etmişti. Pençeli bir patisi vardı, nefes alıp verişi kulak tırmalıyordu ve yürürken hafifçe öne doğru eğiliyordu. Ancak öyle bir şeyin olabileceği kadar sessizce ilerlemişti, ben de profesyonel inceliğimle onu duymamış gibi davrandım. O da Deepwood Cottage ilerde belirene kadar bizimle arasında belirli bir mesafeyi koruyarak geride kaldı.
Hiçbir zaman tam anlamıyla bir oduncu olmamıştım, ama çatlaklar gelmeden önce bu işten hoşlanmaya başladığımı hatırlıyorum. Bir tepedeki kayalığın yanında durdum, önümde kulelerin yanında küçük kalmış uyumsuz bir malikâne vardı.
Moe’nin bir köşeye pusmasıyla, ben de etrafını çalılar sarmış bir ağaca doğru bir adım attım. Malikânenin avlusu boştu, girişinde birkaç ıslık yaprak vardı ve evin kapısı yarı açıktı, küçük hareketlerle gıcırdıyordu. Mum alevine benzer sinir bozucu bir ışık pencerelerin aralarından akıyordu. Boş sadağımla, mızrağımın ucundaki kayışı çözerek kapıdan içeri karanlığa doğru attım.
4. Kısım: Tanrıların en iyi işi hırsızları öldürmekse...
Tahmin ettiğiniz gibi tabii ki kapı arkamdan çarpılarak kapandı, mızrağımı havada sessizce sallayarak arkamı döndüm. “Ah Laria. Eski dostlara merhaba demeyi beceremeyeceksin.”
“Laria öldü,” dedi ceset saçı kadar kuru bir boğazdan yükselen dişsiz bir tıslama sesi. Üst kat koridorunda bir ışık belirdi, akabinde elinde mum olan yaşlı ve kambur bir kadın göründü.
“Oo, huysuz kız kardeş. Adını hatırlamama imkân yok.” Koridor dış duvara kadar devam edip bir kapının iki yanındaki merdiven boşluğuyla sona eriyordu. Kadın sol taraftaki merdivene yöneldiğinden dolayı ben de sağ taraftakine doğru gerileyerek gittim. Gider gitmez mum alevi söndü ve kadın gözden kayboldu.
Tam ensemden bir ses, “Artık bir adım yok,” dedi. “Laria öldükten sonra adımı sattım ben. Artık bana Hag diyorlar.”
Tam adını bulmuşlar (Hag: Cadaloz karı) diye düşünüp yüzümü arkama döndüm ve çabucak üç adım geri kaçtım. Mumu elinde tutmadığını, alevin avucunun içinde havada durduğunu fark etmiş bulundum, bu arada alev de önce soluk mor, sonra pis bir yeşil renge dönüştü. “Hadi öyle olsun Cadı Hanım” dedim, “Demek ki benim artık burada işim yok.”
“Seni hatırlıyorum ben,” dedi karga gibi bir sesle üzerime eğilerek. Beni kokluyordu, aynı şeyi yapmaya zorluyormuşçasına. “Kutu, Laria’ya verdiğin... Nerde o?”
“Yani... Laria’ya vermişsem eğer ondadır.” Geri adımlarla yavaşça kapıya yönelirken, dışarıda bir şeyin hareket ettiğini duydum. Duvarı tırmalayan, kükreyen, tahminimce ormanda bizi takip edene yakın bir yaratıktı. Hemen hemen onun boyutlarında bir şey.
“Yalan söylüyorsun! Lord Ulfrid öldürüldükten bir gün sonra sen Laria’ya bir hazine getirdin ve saklamasını tembihledin! O tahta kutunun içindeki ölüm büyüsünün kokusunu alabiliyordum! O büyü üzerinde iki gün çalıştı, beni yanına hiç yaklaştırmadı bile. Onu nereye sakladığını bilmem gerekiyor!”
“Ona benden saklamasını söylemiş olamaz mıyım? Gerçi akabinde öldüm ama...” dedim, duvara daha da yaklaşırken gırç-gırç eden bıçak uzunluğundaki tırnaklar duvarı tırmalamaya devam ediyordu.
“Ama dönmüşsün bak! Sen işte!” Kafasını arkaya atıp kahkaha attı, bu sırada avucundaki alev mor renkte parlamaya başladı. “Tanrıların en iyi işi hırsızları öldürmekse, Lord Regulos tüm Muhafızlar’ı tek lokmada yalayıp yutacak!”
Sırtım duvara yapışık vaziyette yavaş yavaş pencereye doğru süründüm, dışarıdaki şeyin duvarın diğer tarafından beni gölgem gibi takip ettiğini duyuyordum. “Artık durum farklı yaşlı teyze. Evet daha önce bir hırsızdım, ayrıca daha önce kız kardeşinin ormanı korumasına yardım ettin. Bir çuval altına bahse girerim ki Laria senin şimdi itaat ettiklerin ve kankaları tarafından öldürüldü.”
Hag tam ellerini kaldırıp büyüyü atmıştı ki pencerenin altına çabucak eğildim. Büyü topu camı kırıp geçti. Cam parçacıkları üzerime ve odanın her tarafına yağdı. Büyü köpeğimsi yaratığın üstünden geçtikten sonra yaratık tek sıçrayışta cam kırıklarının üstünden geçip içeri, Hag’in durduğu yere pençelerini geçirerek durdu. Kocakarı iz bırakmadan kaçtı, ben de kaçtım tabii, pencere boşluğundan atlayarak geceye karıştım.
Görünen o ki ben de iz bırakmamışım. Baykuşun altından geçen bir fareden daha sessiz koştum. İzlerimi silip iki kişilik izlere dönüştürdüm. Kolumdan yaraların kabuklarını koparıp bu yolun üzerine attım, kokum sayesinde şaşırsın diye, derken, yaratık peşimden hızla koşturup geldi. Kıvraklığım yılanlara göre bile daha profesyonel ve kibar, dikkatlice. Onun bozuk fare eti kokan nefesini bir iki defa ensemde hissedebildim, üzerime savurduğu pençesinden eğilerek sıyrıldım, hep ters tarafa kaçtım.
Bir ara yakınımda gürlemeli bir ses duydum, Moe benimle yanımda koşması için birkaç yeni genç akrabalarından göndermiş.
“Her türlü duruma karşı beni koklayarak takip ediyor,” diye homurdandım, “ama gelene bak, domuz yavruları.”
Sonra bir ağacın üzerinde tanıdık işaretler fark ettim. Zıplayıp yakalayabileceğim bir dala tutundum ve kendimi yukarı çektim, Moe’nin yaratığın yolunu kestiğini de zamanında görebildim. O tüylü, kocaman dişli ve kalın derili şey Moe‘nin üzerine atlayıp yüzyüze geldi ve kükredi. Ayağını yere vurup yaratığın üzerine deli gibi koştu ama yaratık sola kaçtı, elini maymun gibi yandan Moe’nin üzerine savurdu ve devirdi ”“çeyrek tonluk vahşi yabandomuzunu- ağaçların altına fırlattı ve Moe ciyaklayarak gözden kayboldu.
Endişelenecek zamanım yoktu, yaşlı meşe ağacının gövdesinin üstüne tırmanıp derenin karşısına geçmek için daldan dala kırılmaması umuduyla atladım. Avcı yaratığın tam arkamda olduğunu düşünüyordum, ama ben hiçbir şey görmedim.
Başımı yukarı kaldırdığımda kendisinin 10 yard uzaklıkta bile olmayan bir daldan kollarıyla seyahat etmekte olduğunu gördüm. En az sekiz ayak uzunluğundaydı, kaslı gövdesi yapış yapıştı, kurt şeklindeki kafasında boş bakan ama hırslı gözleri vardı. Sırtındaki dikenli tüy ormanı kabardı ve dişlerini köpürterek üzerime atladı.
Şanslıyım ki, çok gezen orman haydutları yedek ok saklamasını öğrenirler, işaretli ağacın kovuğunu kastediyorum. Tüm ok uçları yün birikintisi içine gizlenmişti, ama hepsi çentikli değildi.
Oklarımı en yakındaki kovuktan çekip aldım, tek nefeste uzanıp bağını çözmüştüm. Zehirli oku yaratığın tam açık boğazını hedef alarak havada yüzdürdüm, ama kurt adam dönerek okun omzuna saplanmasını sağladı. Bu dünyadaki son gücüyle beni kovuğun köşesine doğru sürükledi ve ikimiz beraber yere doğru çakılmaya başladık.
5. Kısım: Yardımcısı (pet) kurt olanın burnu...
Yere doğru çakılırken, kurt adam bandajlı kollarıyla beni sımsıkı sarmış, dişlerini de boğazıma dayama girişimlerindeydi. Kafamı kaldırıp yeni bir ısırık girişimine karşı beklerken o saldırı geldi, ben de başımı öne eğip ölümcül darbeden kurtuldum, ancak dişinin biri alnımda bir çizik bıraktı.
Alnımdan bir damla kan gözüme damlayınca, daha da kızıp bıçağımı çıkardım ve yaratığın olduğu tarafa doğru derin ve sert bir şekilde savurdum. Havlama ”“ miyavlama karışımı bir sesle beni bıraktı, zaten tüylü ve yumuşak sırtı olmadan düşüşümün sert olacağının o da farkındaydı. Kendimi düzelttim ve ağacın gövdesine nişanladım. Mızrağımı kendime çektim ve ucunu gövdenin derin noktasına hedefledim. Aslında ucunun yaklaşık 15 yardalık bir kısmını saplamam gerekiyordu ancak uç kısım neredeyse tamamen büküldü, ben de inişini bacaklarımla yerden birkaç inç yüksekte tamamlayabildim.
Mızrağımı ağaçtan birden çekince geriye sendeledim, hemen sonrasında da kurt adamın arkamdaki çalılıklara çakıldığını duydum. Orda bir avantajım vardı, ama aslında kaçan taraf olduğumun çabucak farkına vardım. Ama ben böyle yapmazdım, hep belirli bir yerlere giderdim, ama şimdi nereye? Tam o sırada ilerden duyduğum davul sesleri bana bir fikir verdi.
Hiç sesimi çıkarmadan önümdeki taşların üzerinden sağlam bir atlayış yaptım. Kendimi çember şeklinde dizilmiş taşların ortasında buldum. İki düzine goblin yuvarlak olarak dizilmiş dans ediyorlar, ellerindeki meşaleleri ve kemikten, en işiyle yaptıkları totemleri sallayıp duruyorlardı. Ortalarında bir boyut kapısı vardı, anlaşılan bu ucubeler kapının altındaki kamp ateşini besleyerek kendi ritüelleriyle ateş çatlağı (Fire Rift) açmaya çalışıyorlardı.
Ritüellerine öyle bir dalmışlardı ki, tam aralarına toz kaldırarak inene kadar beni fark etmediler bile. Sonra hepsi durup bana boş gözlerle aval aval bakmaya başladılar, yalnız bir adamın ritüellerinin ortasına atlamalarına inanamamışlar gibi. Tabii ben çoktan arkadaki bir ağacın kovuğunun altına girmiştim, goblinler de çığlık çığlığa koşturup beni takip etmeye başlamışlardı nihayet. Tanrım, cidden hastasıyım bu goblinlerin ïŠ
Kurt adam da onları fark etti. Birkaç saniyelik takipten sonra, tek sıçrayışta onların arkasına geçip çılgınca biçmeye başladı. Nerdeyse tümü yüzlerini ona döndüler, beni kovalamayı daha güvenli bulan birkaç goblinin ise çok merhametli olduğumdan dolayı hassas ve yumuşak taraflarına oklarımı gönderdim.
Cidden merhametliymişim, çünkü kurt yaratık çok acımasız çalışıyordu. Uzuvlarını yerlerinden söküyor, terrier cins köpeğin fareyi salladığı gibi goblinleri ağzında savuruyordu, hatta bir goblini diğer bir goblinle vura vura öldürdü, hayatımda gördüğün en eğlenceli sahneydi. Durduğunda tüm goblinler yerde paramparça yatıyorlardı, ama kurt yaratık da sol tarafındaki sıyrık ve yaralarla, hatta derisinin altında mızrağımın ucuyla gidiyordu, sol pençesi doğru düzgün basmıyordu.
Artık beni fark etmeye bile tenezzül etmemişti. Doğal içgüdüleri mızrağımı ciğerine sapladığım zamandan beri onu kaçmaya yöneltmişti. Evet, ben kaburgasını kırdıktan sonra dans ede ede inişe geçmiştik, hani pençesi ensemi havalandırırken.
Ben Yabandomuzu Mızrağı demiyorum, çünkü modaya uygun şık bir tarza sahibim. Yaratığın üç saldırısına mızrakla engelleyerek karşı koydum ve saldırıların altından geçtim, sonra mızrağı sapladım, defalarca sapladım, bu kadar şeyin üstüne bir de acı ulumaları kulaklarımı tırmaladı.
Nihayet kurt yaratık sırtüstü yere kapaklandı. Mızrağımı havada artistik bir şekilde çevirip üstten sapladım. Mızrağın ucu derinlere kadar indi. “Yardımcısı kurt olanın burnu... neyse  dedim ve dans etmeye başladım.
Güldüm, bol bol güldüm, ta şafak üstümde sökene kadar güldüm. Gloamwood’un koruyucuları, Laria ve kız kardeşi acaba ormanı korumak için yaptıkları ritüellerini nerde yapmışlardı? Ta Elflerden bile öncesinden beri dikitlerin arasında çemberinde durduğu yerinden başka nereye saklamış olabilir bu kalıntıyı Laria? Eğer içindeki ölüm büyüsü yerini hissettiremezse başka hiçbir şey hissettiremez. Bu bağlamda tam da olmam gereken yerde olduğum için tanrılara bir “teşekkür” gönderdim.
Hakikaten seviyorum şu goblinleri. Bir tanesi mızrağıma karşı kendini sivri köşeli bir bahçıvan küreğiyle savunuyordu. Ritüel yaptıkları bu çember alanın ortasına goblinin bana karşı kullandığı o küreği daldırıp kazmaya başladım. Boyut her an çatlağın içine çekilebilirdi tabi. O yüzden hızlı çalıştım, sonunda küreğin ucu tahta bir cisme çarptı. Kutunun açtığımda içinden, kötü kötü bakan bir kurukafa şeklinde biçim verilmiş simsiyah bir kadeh çıktı.
Birdenbire etrafımı leş gibi bir ölüm kokusu sardı. Bu kadeh gerçekten de o kadar güçlü müydü? Önceki hayatımdan hatırladığım kadarıyla hayır. Ama bunun kadehle bir ilgisi yoktu.
Başımı kaldırdığımda, yutulan boyutun yerine, büyük bir kabartıyla beraber bir çatlağın açılmakta olduğunu gördüm. Taş çemberin içinde bir köşede Ulfrid belirdi. Sanki harika bir espri yapılmış gibi attığı kahkahası sanki enerjiymiş de, çatlakla etsiz kemiksiz bedenini besliyormuş gibiydi.
“Yardımcısı kurt olanın burnuna ne oluyormuş, Waldemar?” dedi. “Öyle diyorsun ama bak seni kadehime kadar getirdi.”
“En son bunu tartıştığımızda sen ölmüştün,” dedim ve okumla diğer gözünü hedef aldım. Gelgelelim arkamda somut bir şey hissettim, bir balta, katı bir thukk sesiyle kaburgalarım ve ciğerime kadar saplandı.
“Eh ne diyeyim,” diye kıkırdadı Ulfrid, “baya ironik oldu.”.
“Aman ne komik...” diye cevap verebildim, karanlığa doğru devrilirken. Ama gerçekten de komikti yani.
6. Kısım: Tanrılar için en iyisi...
Kendimi yol kenarında bir tapınakta buldum. Bacaklarımı hissetmiyordum, böylece fark ettim ki hiçbir yerimi hissetmiyormuşum, ellerime baktığımda da arka tarafını görebiliyordum. En yumuşak olan renklerin hepsi dünyadan emilmiş, seslerin en ahenklileri kalmıştı. Ölmüştüm. Tekrar.
Harika.
Sanki göğsümden zincirlenmiş bir kancayla bedenime geri çekiliyormuşum gibi önümde çember taş belirginleşmeye başladı. Sonra o taşların ve etrafındaki bölgenin ölümün iğrenç soğukluğuyla donduğunu sezdim. Çatlak tepemde kıvrılıp büküldü, ortasındaki siyah sarmaşık gibi kollarla birlikte tüyler ürpertici bir sessizliği vardı.
Bedenimin bir çukura düştüğünü gördüğümde bir şey beni gözümün kenarından yakaladı. Açıklığın diğer tarafındaki ağacın üstünden kanatlı bir kadın uçuyordu, çıplak ayakları ağacın üzerinden yere inerken yavaş yavaş hareket ediyorlardı. İçimi bir heyecan ve irkilti kapladı. Küçük kanatlı başlığı gözlerini tamamen kapatıyordu, ellerinin üzerinde parlak ışıklı bıçakları vardı.
Hemen yanında bir kız vardı. Onun da ayakları çıplaktı, yirmili yaşlarına yeni girmişe benziyordu, gözleri korkutucu derecede donuk ve bağırsak dağıtacak bir kurşun gibi bakmıyor olsaydı güzel diyebilirdim. Üzerinde sadece gecelik vardı, kahverengi saçlarıyla birlikte dalgalanıyorlardı. Elinde çok eski bir tüfek tutuyordu. Kızı öyle görünce aklıma eski karımın anlattığı, kasabalarına dadanan Storm Legion’un askerlerini sadece tüfeğiyle indiren Iron Pine’lı bir kızın eski hikâyesi geldi.
“Bu Gisa,” dedi kanatlı melek-kadın, bıçaklarından birini kıza doğru çevirerek. “Karınca sürüsünün üzerine yağan dolu yağmuru gibi, tanrıların düşmanları da bu kızın üzerine yağmışlar.”
“Sırrımı öğren, Yabandomuzu Mızrağı,” dedi Gisa. “Düşmanını uzaktan öldürmeye odaklan.”
“Bendeki öldürme dürtüsünü biliyorum da yalnız şu an çürümekte olan bir cesedim olduğu için pek de eğitime vakit yok gibi,” dedim.
Gisa sadece gülümsedi ve bana bir adım yaklaştı, dibime kadar gelince de şekerin çaya karıştığı gibi ruhu bedenime yerleşti. Kızın anıları beynime yerleşti ”“ yine de lejyonerlere ateş eden çıplak ayaklı bir görüntüm olmadığı için minnettarım.
Kızın bana damgalanmasıyla, kalkıp cesedime ulaşabildim. Etlerim yerden uzaklaştı, ruhumun etrafında şekil almaya başladılar. Kemikler çadırın direkleri gibi içime yerleştiler. Ellerimi hissetmemle birlikte, dev kanatların yarattığı fırtına gitti.
Zombiler, iskeletler ve daha da beterleri Ölüm Çatlağı’ndan adeta dökülüyorlardı. Ancak artık hangisinin nerde olduğunu kavramıştım. Yürüyen bir cesetten beklenebileceğinden daha seri bir şekilde davranarak ilkini hakladım.
Shadefallen Keep ilk gittiğimden daha da hoş bir yer olmuştu. Şekli kesinlikle kaymıştı (Shade ”“ fallen), civardaki savaş alanında bol bol yosunlar yetişmişti. Savaşın iğrenç kalıntıları bu duvarlara yapışmıştı, hastalık yayan ezilmiş salyangoz birikintileri gibiydiler.
Son söylediklerim betimlemenin bir kısmıydı, zira burada her yer iskelet ”“ zombi kaynıyordu. Yüzlercesi, kalenin girişteki çatısız kulenin, ayrıca ilkel bir ritüel alanının etrafında toplanmışlardı. Taşın üzerindeki solucana benzeyen rünler mor ışıkla yanıp sönüyorlardı.
Tapınağın tepesinde siyah kadehiyle, eski dostum Ulfrid yine o boş mezar gibi sesiyle büyü yapıyordu. Yanındaki siyah zırh giymiş, neredeyse altı Hulk gücündeymiş gibi duran varlık elinde çelik gibi kavradığı ve çok tanıdık gelen birini tutuyordu; goblinlerden kurtardığım yaşlı adam. Torunu ise etrafta görünmüyordu.
Çaktırmadan, tapınağın kolonlarından birinin sonuna doğru cümbüşün etrafından emekleyerek geçtim. Fakat Gisa’nın güçlü hafızası ön plana çıkmaya başladı. Evet ben profesyonel bir okçuydum, ama bu kız... İsyan ve çaresizlik kendisini ölüm yağdıran bir yıldırım bulutuna çevirmişti adeta. Elimi gevşettim ve ilk okumu gönderdim, giderken havada üç parçaya ayrıldı. Sessizce yol alarak üç tane siyah zırhlı adamın göz boşluğundan içeri girdi, tam okun yolu üzerinde durmaları oldukça yardımcıydı.
İlk üç koruma yere devrilirken, diğer üçü beni takip etmeye başladı. Ancak ben kolonun arkasından çıkıp hiç durmadan, hoplaya zıplaya ok gönderdim, iyi nişan alamadan atmama rağmen her ok bir ya da iki yaratığı öldürdü.
Tüm korumaların yok edilmesiyle yaşlı adamı tutan kimse kalmadı. O karmaşada Ulfrid bana bir büyü gönderdi. Ağır bir büyüydü, yavaş yavaş kuleye doğru, üzerime geliyordu. Ancak Ulfrid bulunduğum yeri işaret edince, büyü topu ayaklarımın altında patladı. Ulfrid bulunduğum yerdeki el emeği duvarı pis çamur birikintisine dönüştürmeden önce bir taş çıkıntısına tutunup kendimi duvardaki işlemeye doğru fırlattım. Havada döne döne zıplamışken mızrağımı da tutup onun da benimle birlikte dönmesini sağladım, böylece altara kadar önümde duran cesetleri de biçe biçe yolumu açmış oldum.
Sonra öyle yüksek sesli, uzun ve tiz bir ıslık öttürdüm ki zombiler bile irkildiler.
“Artık çok geç Waldemar!” dedi Ulfrid, gözündeki okun tüyünün üzerinde ateşler dans ederken. “Regulos elimdeki bu kafayı bekliyor!” dedikten sonra yaşlı adamın kafasını kadehin üzerine getirip tek tırnağıyla boğazını parçaladı. Akan kan kadehin içine dolarken kurban da dizlerinin üzerinde kendini bıraktı.
Kadehin içinden mor ışık huzmeleri çıkmaya başladı, Gloamwood’un bir kısmını sonsuz karanlığa gömdü. Sivri ve kara dokungaçlar şimdiye kadarki Ölüm Kapıları’ndakilerden daha ince ve uzun halleriyle açık havaya akarcasına yayılmaya başladılar.
Sonra Ulfrid “lich” haliyle gıdaklayan sesiyle kahkaha atarcasına, “Şimdi Yokedicimiz Gloamwood’daki tüm ölü bedenleri ve bundan sonra bu topraklarda ölecek olanları canlandıracak! Bereketimden sonsuz et ve kemikler akacak, böylece Lord Regulos hizmetkârını doğru bedenden seçtiğini anlamış olacak!”
Aniden ilk ince ve uzun dokungaç patlayarak bulunduğu yere döne döne düştü. Bağrına bastığı tüm zombiler rahatlama ile birlikte tekrar yerlere döküldüler. Ben de kendimi gülmekten alıkoymadım, “Laira’nın büyüsü işe yaradı! Öylesine bir kadehi sana öyle ilgisizce bırakacağımı mı sandın?”
“Kadeh!” diye çığlık attı Ulfrid, “Kadehe Vigil’in kutsal büyüsü bulaşmış!”
Birkaç ok alıp aynı anda ağır zırhla bezenmiş iskeletlere yıldırım gibi gönderirken “Söylesene Ulfrid, şimdiye kadar kaç kişiyi öldürdün?” diye sordum.
“N-n-n-asıl???” dostum bir iskeletin korku ve şaşkınlıkla nasıl kekelediğini duymalıydın.
“Kurbanlarını diyorum. Yaşarken ritüellerinde şimdiye kadar kaç kişiyi öldürdün?” Şimdi tüm dokunaçlar mükemmel, yarı somut bir beyaz halini aldı ve Ulfrid iskeletini buğday hasat eder gibi tek biçişte ikiye ayırdı.
“En az iki! Hem de acı içind....” diyorken Moe gelip susturdu, kapıya doğru alıp çarptı ve zombilerle birlikte çiğnedi. Ulfrid’in son çabayla attığı büyüden sıyrılarak onu alıp benim önüme fırlattı. Gözünden Moe’nin ezdiği oku alıp altarın üstüne koydum.
“Ben elliden sonra saymayı bırakmıştım,” dedim. “Fakat toplasan en az yüz vardır. Sen sonuncusuydun, ama inanır mısın ilk defa bu kadar keyif aldım.” Ben konuşurken bir yandan da okun ucunu temizleyip kadehten çıkan beyaz ışığa batırdım. Sonra Ulfrid’in attığı diğer bir beceriksiz ölüm topundan kaçıp yaşlı ölü adamın yanına zıpladım.
“Bişey sorucam” dedim, “Ejderha seni özellikle mi seçti, yoksa iskelet olarak kalktığında kendini özel filan mı sandın?”
“Mundar! Pis haşarat! KES SESİNİ!” diye çığlık attı Ulfrid, üzerime birkaç keskin kemik geldi, tabii ki biraz yana çekilince teğet geçtiler.
“Çünkü o bana da geldi, ama ben paketleyip gönderdim. Bu yüzden ejderhalar bu savaşı kaybedecekler Ulfrid. Regulos hep ikinci seviye katil olarak kalmaya mecbur...”
Yine yüzüme karga gibi sesini gönderdi. Tırnaklarının ucunda ölüm topu durmasına rağmen artık nişan bile almadım. Bu kez ucu beyaz ışıklı oku göz yuvasına sokunca arkasından çıktı ve tam anlamıyla kutsal bir patlamayla kafatasını parçaladı. Ulfrid önüme yığılıp toz halini alırken “Tanrılar için en iyisi...” dedim.
Moe melun melun yanıma gelince boynuzunu okşadım. “Kurt adama karşı böylesine şahane bir fiyasko için çok hazırlanman gerekiyordu,” dedim, o da garip domuz seslerinden çıkarttı.
Nasıl becermiş bilmiyorum, ama yaşlı adam ölmemiş, sadece baygınmış. Bu arada büyünün etkisiyle kadeh de toz haline dönüştü ve beyaz dokunaçlar geri çekildiler. Son dokunaç çekilirken yaşlı adamın kırışık boğazına sürünüp yarasını kapadı. Ben de yavaşça kalkmasına yardım edip kendini toparlayınca biraz su verdim.
“Diğer köylüler nerde?” diye sordum.
“Kalenin hapishanelerindeler, sana yolu göstereyim. Sadece birkaçı öldü. O iskelet bizi buraya ritüel için kapattı. Önce torunumu istemişlerdi, ancak ben bir adım öne çıktım.”
“Sen cesur ve onurlu bir adamsın,” dedim.
“Sen... Çocukluğumda seninle ilgili anlatılan hikâyeler hep yanlışmış Yabandomuzu Mızrağı...” dedi, “...seni gerçekten Vigil seçmiş.”
“Hikâyeler doğruydu,“ dedim, “ve kollarıma kapanıp ‘kahramanım’ diye ağlarsan ne kadar doğru olduklarını fark edersin.”